Sırçadaki Kız kitap özeti! Sırçadaki Kız kitap sonunda ne oluyor? Sırçadaki Kız yazarı Gülseren Budayıcıoğlu kimdir?
Magazin -
Kasım 25, 2022 2:23 pm
Sırçadaki Kız kitap özeti! Sırçadaki Kız kitap sonunda ne oluyor? Sırçadaki Kız yazarı Gülseren Budayıcıoğlu kimdir? Suçsuzlar Apartmanı ve Kırmızı Oda dizilerinin yazarı Gülseren Budayıcıoğlu izleyiciler tarafından yoğun alakayla karşılaştı. Gülseren Budayıcıoğlu’nun Sırçadaki Kız kitabının uyarlaması olan Sırçadaki Kız dizisi reyting rekorları kırmaya devam ediyor. Sırçadaki Kız dizisiyle beraber Gülseren Budayıcıoğlu muayenehane fiyatları alakayla takip edilmektedir. Peki ama Gülseren Budayıcıoğlu hangi muayenehanede hizmet vermektedir? Gülseren Budayıcıoğlu kanser mi?Gülseren Budayıcıoğlu ilk kitabının ismiyle açtığı muayenehane ile hem yazın hayatına hem de hekimlik hayatına devam etmektedir. Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarının dizilere uyarlanmasıyla popülaritesi daha da arkasıydı. Suçsuzlar Apartmanı, Sırçadaki Kız, Kırmızı Oda gibi diziler Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlamadır. İşte Gülseren Budayıcıoğlu hakkında bilgiler…Gülseren Budayıcıoğlu hayatı! Kanser mi ? Eşi kim?Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU kendisini şu tümcelerle anlatıyor: Ben, üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. Babam yakışıklı, sevecen, otoriter, giyimine, kuşamına çok düşkün biriydi. Kışın ortasında, her yerin balçık deryasına döndüğü günlerde dahi pabuçları pırıl pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve yeniden siyah fötr şapkasını giyer, hepimizi teker teker öper, öyle çıkardı evden. Annem onu kesinlikle kapıda kısmetler, “Allah işini rast getirsin” demeden babamı evden çıkarmazdı. Biz o zaman Ankara’nın Cebeci mahallesinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bütün karşısında otururduk. Neden öğrenmem, semtin tam çocukları korkardı babamdan, oysa o görünüşünün arkasında son derece yumuşak bir kalbi vardı babamın.
Annemse tam Türk anneleri gibi fedakâr bir bayandı. Onun her şeyi kocası ve çocuklarıydı. Babama her zaman çok saygı gösterir, o geleceği zaman hepimizi hizaya sürükler, “babanız bitkin kazanç, haylazlık yapmak yok, kendinize çeki-kumpas verin, sofrayı hazırlamamda bana destek edin” tasayı. Kendisi de giyinir, hafif makyajını yapar ve sofrayı da hazırladıktan sonra sırçanın önüne hep beraber oturur, babamın eve gelmesini beklerdik. Bazen geç kazançtı babam, o zaman sırçanın önündeki bekleyişler uzar, hiçbirimiz o gelmeden sofraya oturmaz, bazen de bu surattan aç yatardık.Annem, gerçeğinde babamdan çok daha otoriter bir bayandı. O surattan babamdan çekinsek de reel annemden korkardık. Zamanında uyuyup, zamanında kalkmamızı ister, derslerimize çok önemser, bizi her zaman en iyi biçimde giydirmeye özen gösterir, bayramlarda giysilerimizi evdeki Singer dikiş aygıtıyla kendi diker, her bayram alınan siyah rugan, üstten bağlamalı kunduralarımızı pak giymemizi isterdi. Evin ilk çocuğu olarak, özellikle benden temennileri çok yüksekti. Mektebe, hocalarımla görüşmeye çoğu zaman babamla beraber gider, hocaların beni nasıl methettiğini dinleyince de eve kazançken, ödül olarak kesinlikle pasta ya da dondurma alırdı. Benim okuyup hekim olmamı isterdi. Sülalede zati hekim çoktu ama ben de kesinlikle hekim olmalıydım. Maharetli bayandı annem. Öyle her şeyi çarşıdan almaz, tarhana, salça, turşu, erişte, reçel gibi şeyleri kesinlikle evde kendi yapardı. Kapısı herkese sarihti. O surattan bizim ev hiç konuksuz kalmaz, gelen giden çok olurdu. Herbirine elinden geldiğince ikramda bulunur, bizim de davetlilere aynı özeni göstermemizi isterdi. Bizi çocuk olarak değil, erişkin insanlar gibi görür, özellikle başkalarının yanında çocukça şeyler yapmamıza asla izin vermez, sık sık dışarı çıkmamızı istemezdi.Biz üç kardeş her zaman birlik olur, onu kızdırmamaya çalışırdık. Ama kızsa da hiddeti çabuk geçer, suratı çabuk gülerdi. Ramazan’da oruç yakalanır, geceleri sahura kalkılırdı. Annem her gece uyumadan mayalı hamur yoğurur, gece kalkar onu pişirirdi. Bizler oruç yakalamasak dahi kızarmış mayalı hamurun kokusunu dinler dinlemez fırlardık yataklarımızdan. Çay demlenir, peynir, zeytin, yumurta, reçel çıkar, yeniden hep beraber otururduk masanın başına. Bazen gece yarısı komşular da kazançtı bu sofraya. En çok da bir alt katta oturan sevgili dostum Taylan Süer katılırdı bize. Şimdi de daha öncekisi gibi aynı apartmanda oturuyoruz Taylan’la. Yeniden bir alt katta…Masaya hep beraber oturmak bizim evin en ehemmiyetli kaidelerinden biriydi. Babamın yeri zati emindi, başköşe hep onundu. O yemeğe başlamadan biz başlayamazdık. Her zaman çeşit çeşit yemek olurdu sofrada. Zeytinyağlısı, etlisi, tatlısı, hiç yetersiz olmazdı. Ocağın başında yemekle beraber annem de pişer ama yaptığı da afiyetle yenirdi. Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. İyi bir talebeydim. Derste öğretmenleri çok iyi dinlediğimden, az çalışır ama iyi anekdotlar alırdım. Özellikle edebiyat derslerinde çok galibiyetliydim. Yazdığım kompozisyonlara öğretmenler yıldızlı on verir, derslerde bunları tam sınıfa yüksek sesle okumamı isterlerdi. Kolejde okumak o zamanlar insanlara ayrı bir haysiyet kazandırırdı. Tam bürokratların çocukları bu mektebin talebesi olduğundan, mektep çıkışlarında mektebin önü siyah otomobilden geçilmez, sürücüler kapıda çocukları beklerdi. Öğretmenler her birimize ayrı özen gösterir, sınıflar zati en fazla yirmi beş, otuz şahıs olduğundan hepimizi yakından tanırlardı.O zaman kız ve erkek koleji ayrıydı. Ben lise ikinci sınıfa geçtiğim sene birleşti. Hepimiz çok heyecanlanmıştık. Senelerdir karşılıklı binalarda, ayrı ayrı okuyan bu iki grup aniden birleşiverecekti. O gün, annem beni mektebe bizzat kendisi getirmiş, sınıfa kadar gelip nerede, kiminle oturacağıma dahi o karar vermiş, hatta gözüne kestirdiği bir delikanlıya da, bana göz kulak olması için tembih etmişti. O delikanlı, hala yakın dostum olan sevgili Niyazi Akdaş’tı.Mektepten gelince evvel kendi derslerimi yapardım ama bununla bitmezdi işim. Annem kardeşlerimin derslerine de destekçi olmamı ister, Yükselen ve Mustafa da buna hiç itiraz etmezlerdi. Yükselen’e Coğrafya, Mustafa’ya İngilizce çalıştırmaktan helak olmuştum. Üniversiteye giriş imtihanlarından çok yüksek puan almıştım. İstediğim her yere girebilecektim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ön kayıt yaptırdım ama annemin de manipülasyonuyla sonunda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde karar kıldım. Kolej gibi bir yerden sonra oraya geçim sağlamak güç oldu. Zati bu surattan sınıf dostlarımın hemen hemen tamamı Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girmişlerdi. O zaman kolejliler orayı seçim ederdi. İlk sene, ben de onlar gibi yapmadığım için çok pişman oldum. Burası ne garip bir yerdi böyle! Hiçbiri kolejdeki dostlarıma benzemiyordu. Giyimleri, kuşamları, dinledikleri müzikler, alışkanlıkları çok değişikti. Mektebe gidiyordum gitmesine ama yeni bir arayış içindeydim. Sonunda aradığımı buldum ve o sene Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nin açtığı spikerlik imtihanlarına girdim. Yapıp yapamayacağımı öğrenmiyordum ama deneyecektim.Mektepten çıktım ve Opera’nın karşısındaki Radyoevi’ne gittim. Heyecanlıydım. Nasıl bir imtihan yapacaklardı acaba? Çok gelen vardı ve hepsi de benim gibi gençti. Gizeme bana gelince ufak bir stüdyoya aldılar beni. Önüme bir haber metni koydular ve “oku” dediler. Bizim evde haberler hiç kaçırılmaz, kesinlikle dinlenirdi. Spiker sesinin tonunu ayarlar, “Burası Türkiye Radyoları, şimdi haberler” diyerek başlardı okumaya. O stil, o sunuş yabancı değildi bana. Ben de tıpkı onlar gibi başladım okumaya. Stüdyodan çıkınca “sen şöyle geç” dediler. Geniş bir salonda bir süre bekledim. Merakla çevreme bakıyordum. Zati her şeye fazla meraklı bir tiptim. Yerler, ilginç, muşambaya eş bir şeyle kaplanmıştı. Yürürken hiç ses çıkmıyordu. Ahşaptan yapılmış kalın kapıların üzerinde lambalar vardı. Lambaların rengi arada bir yeşil, arada bir de kırmızıya dönüyordu. Lambalar kırmızıya dönünce oradan gelip geçenler hemen konuşmayı kesiyor, zati hiç ses çıkarmayan bu muşambaların üzerinde yeniden de ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı. Sevdiğim sanatçılar geçse de görsem diyordum ama hiç öyle birine rastlayamamıştım.Sonunda ortadaki büyük kapı açıldı ve benim içeri girmemi istediler. Elim ayağım titreyerek girdim içeri. Bir sürü insan bir araya gelmiş, bana bakıyordu. Yaşım çok ufaktı henüz. Sanki ne diye gelmiştim buraya? Ortada oturan beyaz gömlekli yakışıklı adam başladı sormaya; Sonradan o yakışıklı adamın isminin Turgut Özakman olduğunu bildim. Kitaplarını hayranlıkla okuyor ve hala sık sık kulaklarını çınlatıyorum.-Kolejden misin sen?-Evet.-Emin oluyor. Sesin hoş, kulağın da iyi ama “e” ler sarih. “Kendi” de bakalım.-Kendi.-Şimdi de “kedi” de.-Kedi.-İyi, azıcık çalışırsan olacak. Dışarıda otururken çevresine iyice baktın mı?-Baktım.-Tavanda ne vardı?-Koca bir avize.-Nasıldı?-Büyüktü ama hoş değildi.-Demek hoşlanmadın! Başka ne vardı salonda?-Ten koltuklar, yerde garip bir muşamba, ahşap kapılar, üzerinde arada bir yeşil, bazen de kırmızı yanan lambalar.-Garip bir muşamba ha? Neden öyle bir şey koymuşlar acaba?-Sanırım yürürken ses çıkmasın diye.-Kırmızı lamba ne demek?-Kırmızı yanınca insanlar ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Her halde “susun” demek. Gülüyordu Turgut Özakman. O gülüyordu ama benim hiç gülecek halim kalmamıştı. Ne ukala adamdı bu böyle? Hem daha suratıma bakar bakmaz Kolej’den olduğumu da nereden kavramıştı? Nasıl suallerdi bunlar? Salonda ne var, ne yok diye sorulur muydu? Kazandığımı kavramış ama sevinememiştim. Benimle dalga mı geçiyordu bu adam?Hemen ardından “spikerlik kursları” başladı. Konservatuvardan öğretmenler geliyor ve spiker adaylarına yoğun bir ders programı uygulanıyordu. Sonradan Turgut Özakman’ın o sualleri neden sorduğunu kavramıştım. “Spontan dikkat” ölçüyorlardı. Bir spikerin, özellikle canlı yayın sırasında spontan dikkatinin çok iyi olması gerekiyordu. Bir yandan Tıp Fakültesi, bir yandan radyo, hep dolu geçiyordu günlerim. Sonunda mikrofon başına oturabilmiştim. Çok heyecanlı, çok sevinçli bir işti yaptığım.Ertesi sene Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Televizyonu faaliyete geçti ve ben bu sefer de orada çalışmaya başladım. Televizyon Türkiye’de daha yeni kuruluyordu. Herkes genç, herkes heyecanlıydı. Kimse işini çok iyi öğrenmiyor ama yeniden de en iyisini yapmaya çalışıyordu. Sabahtan mektebe gidiyor, saat beş gibi mektepten çıkıp hemen televizyona koşuyordum. Akşam Altı’da başlıyordu yayın. Artık hemen her programda ben de yer alıyor, hatta gündüz mektepten zaman bulabilirsem seslendirmeler için stüdyoya giriyor ya da bant kaydı yapılan programlara katılıyordum. Tam bunlara, o zaman nasıl yetiştiğime şimdi ben dahi inanamıyorum. Tıp Fakültesi ağır bir mektepti. Kitapların her biri yerden kalkmıyordu. Devam zorunluluğu vardı ama yeniden de hepsiyle başa çıkabiliyordum. Mektepten çıkınca doğrudan televizyona gittiğim için kitaplarım yanımda olurdu. O kıyamette, şayet ben boşsam, hemen kitaplarımı çıkarır, ne bilirsem kâr der, oturur, çalışırdım. Artık tam sanatçıları tanımış, çoğuyla dost olmuştum. Türk Müziği’ni daha öncekinden beri çok sevdiğimden, canlı yayınlarda hem sunuculuk yapar, hem de onları zevkle dinlerdim. Türk Müziği yapıtlarının o ağdalı tümcelerini doğru okuyabilmek için daha önceki üstatların takviyesini ister, bilmekten büyük zevk alırdım.Canlı yayın herkesi korkuturdu. Bütün yayın sırasında arızalar olur, yayın kesilir, seyirciler de “beklettiğimiz için özür dileriz” yazısını gördükçe başkaldırı ederlerdi. Onun için özellikle Muzaffer İlkar idaresinde stüdyoya giren büyük koronun geldiği günler programı evvelden banda almaya çalışırlardı. İşte o zaman, bir saatlik bir programın çekiminin beş altı saatten evvel bitmeyeceğini öğrenir, anons aralarında stüdyonun en tenha köşesine çekilir, kitaplarımı açar, çalışırdım. Arada bir, içlerinden biri yanıma kazanç, “bu hengamede gerçekten okuduğunu kavrıyor musun” diye sorardı. Kavrıyordum zira aşinaydım buna. Bizim evde annemle babam bir yandan sohbet edip bir yandan pikapta Müzeyyen Senar çalarken Mustafa silah, tüfek oynar, Yükselen kendi odasında şehir radyosunda Batı müziği dinler, ben tam bu seslerin arasında, sanki bundan natürel bir şey yokmuş gibi ders çalışırdım. Annem “çalışacak adam her yerde çalışır, sen kafanı derse verirsen bizi dinlemezsin zati” tasayı.Artık Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nin kadrolu memuruydum. Yayın personeli olduğum için ayrıca yayın tazminatı alıyor, başka bir deyişle iyi para kazanıyor, ama kazandığımı tüketecek zaman bulamıyordum. Gazeteler sık sık benden söz ediyor, ne zaman caddeye çıksam, “A, bu televizyondaki kız” diyerek, insanlar çevremi alıyordu. Ünlü olmak hoştu ama her zaman da hoş değildi. Özellikle mektepte öğretmenlerin beni tanıması güzelime gitmiyordu zira derslere kumpaslı gidemediğim zaman hemen beni soruyorlar ve dostlarım her seferinde benim yerime imza atamıyorlardı. Yavaş yavaş bitiyordu mektep. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu beni çok özümsemiş, mektebin biteceği mevzusu onları da yakından ilgilendirir olmuştu. Rastgele bir mektep değildi ki tamamladığım, koskoca hekim olacaktım. Ya Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’yi vazgeçiverirsem, şimdi benim yerime hemen birini nereden bulacaklardı? Beni yetiştirebilmek için çok emek vermişler, yedi ayrı kurs, yedi ayrı imtihandan geçirmişlerdi. O zamanlar öyle herkes kolayca mikrofon başına geçemiyordu. Bu surattan sık sık bana bunu soruyorlar, “ivedi etme, hiç olmazsa birkaç sene daha çalış, sonra parçalarsın” diyorlardı. Ama ben kararlıydım. Spikerlik iyiydi, hoştu, heyecanlı işti ama ben bir başka işe gönül vermiştim. Mektep bitince hemen parçaladım Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’den. Bir süre, programları aksatmamak, bunca sene çalıştığım bir devlet müessesesini güç gidişatta vazgeçmemek için özellikle sunuculuk yaptığım müzik programlarında görev aldım ama “iki yerde birden çalışamazsın” dediler ve bunu sanki bir ülke meseleyi haline getirdiler. Gazetelerde dahi her gün bu mevzuda haberler çıkmaya başlayınca darıldım. Sanki çok ayıp bir şey yapıyormuşum gibi bir hava esiyordu. Zati o ara Hacettepe Psikiyatri Bölümü’ne asistan olarak girmiştim. Oradaki çok sevdiğim ve saygı dinlediğim öğretmenim dahi “ya Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, ya hekimlik, ikisi birden olmaz” demişti bana. Ve böylece yalnızca hekim oldum. O öğretmenim, şimdi de bana “ya hekimlik, ya yazarlık, ikisi birden olmaz. Çok hoş yazıyorsun, ben senin yerinde olsam artık yalnızca yazarım” diyor. Ama bu sefer de senelerdir çok severek yaptığım hekimlikten vazgeçemiyorum.Hacettepe’de işe başladığım günlerde evlendim. Eşim Aydın’la zati mektepte yakın dosttuk. Çok yakışıklı, karizmatik biriydi Aydın, ama o zamanlar ikimizin de dünyaları ayrıydı. Kızlar onun çevresinde, erkekler de benim çevremde döner dururlardı. Sonunda dünyalarımız birleşti ve bütün otuz dört sene sevinçli bir beraberliğimiz oldu. O da hekimdi. Özellikle ilk seneler ya onun, ya benim sağlık kurumunda nöbetlerimiz olur, birbirimizi pek fazla göremezdik dahi. İki çocuğumuz oldu. Çocukların gelişmesinde sevgili annemin katkılarını inkâr edemem. Onun sayesinde başka bayanların elinde kalmadı çocuklar. Her akşam, iş çıkışı çocukları alır, öyle giderdik eve. Ne hoş günlerdi onlar!Yağmur sanki dünyanın en hoş bebeğiydi. Sarı saçları, tıpkı babasına benzeyen yeşil gözleriyle yolda insanlar bizi rahat vazgeçmez, illa Yağmur’u sevmek isterlerdi. O da çok adamcıl bir çocuktu. İnsanlarla tıpkı benim gibi hemen ilişki kurar, kimseyi yabancılamaz, herkesle ahbap olurdu. Hasan pek öyle değildi. Yağmur’un tersine kapkara saçlı, kara gözlü, beyaz derili, kirpikleri yanaklarına dokunan, hoş ama insanlara pek yanaşmayan, başka bir deyişle babası gibi biriydi. Hala da öyle…Hacettepe’de on seneye yakın kaldım. Orada da çok hoş günlerim, çok hoş dostluklarım oldu. Sonra özgür ruhum yeniden serüven peşine düştü ve parçaladım oradan. Kendime bir muayenehane açtım. Yalnızca hastalarımla ilgilenmek, her gün farklı bir insanı dinlemek güzelime gitti. Kendimi öyle bir kaptırdım ki, neredeyse gece yarılarına kadar hiç bunalmadan o ufacık odada çalıştım. Bir de baktım, çocuklar gelişmiş, çevremdeki her şey çok değişmiş. Yavaş yavaş frene basmaya başlamış, süratle geçip giden hayatımın azıcık olsun peşine düşmek nihayet usuma gelmişti. Artık muayenehaneme her gün gelmiyor, kendime, aileme ve dostlarıma daha fazla zaman ayırmaya çalışıyordum.2000 senesinde torunum Zeynep dünyaya geldi. Onu hepimiz büyük bir coşkuyla karşıladık. Aynı sene yazmaya başladım. Dinlediklerimi, bildiklerimi kesinlikle insanlarla paylaşmam, önümde açılan gizem perdelerini onlara da göstermem gerektiğini düşünüyordum. Hayatın bir iç suratı bir de görünen suratı vardı. Bana anlatılan “görünmeyen suratını” başkaları da öğrense, belki kendi hayatlarında az da olsa farklılık yapar, dünyaya değişik bir pencereden bakar, çarpıkla doğrunun her zaman kendi düşündükleri gibi olmadığını kavrarlardı. Zati edebiyata çok meraklıydım, o surattan yazmak güzelime gitti. Sanki gündüz, akşama kadar doluyor, bilgisayarın başına geçip yazarken de boşalıyor, rahatlıyordum.İlk kitabım, “Madalyonun İçi” 2004 senesinde, Remzi Kitabevi tarafından basıldı. Özellikle psikiyatriye, insan ruhuna, iç dünyalara meraklı insanlar çok alaka gösterdiler kitaba. Ertesi sene, başka bir deyişle 2005’te Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdum. Artık yalnız değildim. Beş şahsiyet ufak bir kadroyla kurulan merkezde çalışan rakamı şu aralar surata yanaşıyor. Senede yüz binlerce şahıs bu merkeze müracaat etiyor ve bizler de herbirine elimizden geldiğince destekçi olmaya çalışıyoruz. Merkezin kurulması hayatıma yeni bir ebat kazandırdı. Daha Öncekinden yalnız başıma onlarca bireye hizmet etmeye çalışıyordum. Bu rakamın çığ gibi gelişmesi beni sanki havalara uçurdu. Psikiyatrinin, özellikle günümüzde ne kadar ehemmiyetli olduğunu öğreniyor, burada çoğu zaman insanların mukadderatının değiştiğine gönülden inanıyordum. Hele bizim gibi süratle değişen ve büyüyen bir ülkede buna çok gereksinim vardı. Artık yeni bir gayem daha olmuştu; daha çok insanın destek almasını sağlamak…Üstelik Psikiyatri özel bir bilim dalıydı. Öteki tıp dallarından değişikti. Hastane köşelerinde böyle bir desteği, hekim çok istese de vermesi güçtü. Saklılık, dikkat, zaman ve çok özen istiyordu bu iş. Muayenehanede bazen terör estiriyordum, zira en ufak bir kusur yapılmasını istemiyor, muayenehaneye gelen herkesin aradığını bulması, istediğini alabilmesi için olmadık şeylere takılıyor, işi biten çıksa dahi ben, yeniden gece yarılarına kadar muayenehanede kalıyordum. Ama her şeye karşın çok mutluydum. 2006 senesinde sevgili eşim Aydın hasta oldu. Sanki dünya başıma devrildi varsaydım. Acılar da, hoşluklar da üst üste kazançmış. Bizde de öyle oldu. O birkaç sene hayatımın en karanlık günlerini yaşadım ve 2007 de eşimi kaybettim. O gizemeler, bir daha hiç gülemeyeceğimi sanıyordum. Ama hayat devam ediyordu, zati aynı sene ufak Aydın’ın dünyaya gelmesiyle azıcık olsun tebessümmeye başladık. 2008’de ikinci kitabım “Günahın Üç Rengi” yeniden Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı.Yazma işi giderek hayatımda daha ehemmiyetli bir yer yakalamaya başlamıştı. Aydın’ın bu dünyayı terk edişiyle beraber geceler ancak yazarak geçiyordu zati. 2011’de “Hayata Dön” isimli üçüncü kitabım da yeniden aynı yayınevinden çıktı.Kliniği kurarken emelim, bir an evvel aynı hizmetin ülkenin her köşesine dağılmasını sağlamaktı zati ama bürokratik maniler buna izin vermiyordu. Büyük gayretlerin sonunda 2013 seneyi Şubat ayında İstanbul, Levent şubemiz açıldı. Mısırı öteki şehirlere dedim içimden. Emin bir yaştan sonra insanın hayata bakışı da, hayalleri de çok değişiyor. Özellikle benimki gibi bir işiniz var ve her gün yeni insanlar, yeni hayatlar, tertemiz bakış açıları görüyor ve dinliyor, pek çok acıya ortak oluyorsanız, gelişmemek, değişmemek olası değil. Şimdi artık benim mutlu olabilmem için, başkalarını mutlu edebildiğimi görmem gerekiyor.Şu aralar yazmaya artık daha çok zaman ayırıyorum. Evde yalnızım ama muayenehane çok kalabalık. Zati ben de akşama kadar muayenehanedeyim. Eve yazmak, sonra da uyumak için geliyorum. Hayatım hep çalışarak geçti. Hala çok severek çalışıyorum. İnsan sınan, dünyanın bu en muhteşem varlığına yapılacak en ufak katkı dahi kutsal bir görev, kutsal bir iştir diyenlerdenim.Yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yazmak benim için çok sevinçli ama kolay değil. Bir kitabı, en az on değişik şekilde yazdıktan sonra ancak seviyor ve yayınevine yolluyorum. Gittiğim yerlerde benim kitaplarımı okumuş birileriyle karşılaşmak beni her zaman çok heyecanlandırıyor ve yüceltiyor. Okuyuculardan aldığım sevgi ve destek sayesinde umarım daha fazla yazacağım.En derin saygı ve sevgilerimle…Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
BENZER HABERLER